8.4.09

Konuşmak ve Anlamak

Birkaç yüzyıl önce Papa bütün Yahudilerin Roma'yı terk etmeleri gerektiğine karar verir. Doğal olarak Yahudi toplumundan büyük bir tepki gelir. Bunun üzerine, Papa ile Yahudi toplumundan önde gelen birisiyle karşılıklı dini bir müzakere yapmalarını önerir. Yahudiler kazanırsa kalacaklar, Papa kazanırsa gidecekler. Yahudiler çaresiz kabul eder ve temsilci olarak Moiz'i seçerler. Ancak Moiz'in Papa ile aynı dili konuşamaması nedeniyle müzakere de konuşmak yerine sadece işaret dilinin kullanılmasını teklif ederler. Papa kabul eder...

Müzakere günü geldiğinde iki taraf karşılıklı yerlerini alırlar ve karşılıklı olarak bir süre bakıştıktan sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını gösterir. Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırır. Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirir. Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri gösterir. Papa yanındaki çantadan bir parça ekmek ve şarap çıkartınca Moiz de bir elma çıkartır...


Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak : 'Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler' der.


Müzakere sonrasında Papa'nın etrafına toplanan kardinaller Papa'ya ne olduğunu sorduklarında Papa;

- Ben önce 3 parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek tanrıyı tanıdığını soyledi. Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek tanrının bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek tanrının onların durduğu yerde de olduğunu işaret etti. Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp tanrının bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı. Herifin her şeye bir cevabı var. Ne yapabilirdim ki?


Aynı sırada Yahudi cemaati de Moiz'in etrafını sarmış ona nasıl başardığını soruyorlardı...

Moiz;

- Önce bana 3 parmağını gösterip 3 gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimizin bile ayrılmayacağımızı söyledim. Sonra bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de, hiç bir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.


- Sonra ne oldu? diye kalabalık heyecanla sordu.


- Valla,sonrasını ben de pek anlamadım. Adam biraz hiddetlendi ve öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini çıkarttım. Hepsi bu!...


* Ne Konuştuğumuz Mu? Ne Anladığı Mı?

Meraksız Sebepler

Genç adam, evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca, ahşap olanlara rağbet azaldı. Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş, biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca, yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur, yardımcıya ayırdığı parayı, çocukların harçlığına katardı.

Adam, bir gün çalışırken, elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi, o akşam üzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı, talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken, sigortaya göz attı. Eğer yanılmıyorsa, bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı. Şalteri kaldırınca, atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama, bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese, böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu.


İşe koyulduğunda, yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu, evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada, babasını karşısında bulmuştu. Adam, on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü, onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa, ses çıkartmazdı. Ama tekrarlaması, hangi yönden bakılırsa bakılsın, büyük hataydı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Her şey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat, serseri olmasını engellerdi. Adam, oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra, eşine dert yanarak:


- Bu çocuğun, okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım!.. dedi. Eğer serbest bırakırsak, başımıza büyük dertler açacak!..


Adam, bir süre düşündü. Sonunda da en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde, arkadaşlarına ait ip ucu olmalıydı. Eşi istemese de, ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı. Oğlu, en son sayfada: "Bu gece kötü bir rüya gördüm!.." yazmıştı.


"Atölyede çalışırken, babamı elektrik çarpıyordu... Allah'ım onu koru!.. Ben elimden geleni yapacağım!.."

Ayna Testi

Adamın biri artık karısının eskisi kadar iyi duymadığından korkuyormuş ve karısının işitme cihazına ihtiyaç duyduğunu düşünüyormuş. Ona nasıl yaklaşması gerektiğinden emin değilmiş. Bu durumu konuşmak için aile doktorunu aramış; doktor adamın karısının ne kadar duyduğunu anlayabilmesi için basit bir yöntem önermiş. "Yapacağın şey şu, karından 40 adım ileride dur, normal bir konuşma tonuyla birşeyler söyle; eğer duymazsa 30 adım ilerisinde aynı şeyi tekrarla, sonra 20 adım; cevap alana kadar aynı şeyi tekrarla."

O akşam karısı mutfakta akşam yemeğini hazırlarken adam işlemi uygulamaya koymuş. 40 adım uzaklıktan karısına normal bir konuşma tonuyla seslenmiş; "Hayatım bu akşam yemekte ne var?" Cevap yok. Mutfağa biraz yaklaşmış... Mesafeyi 30 adıma indirmiş ve soruyu tekrarlamış; "Hayatım bu akşam yemekte ne var?" Gene cevap yok. Mutfağa biraz daha yaklaşmış, mesafe 20 adım ve tekrar sormuş; "Hayatım bu akşam yemekte ne var?" Hala cevap yok.


Adam mutfağın kapısına gelmiş artık mesafe iyice azalmış ve soruyu tekrarlamış; "Hayatım bu akşam yemekte ne var?" Gene cevap alamamış. Bu sefer karısına iyice yaklaşmış ve aynı soruyu tekrar sormuş; "Hayatım bu akşam yemekte ne var?"


"Hayatım beşinci kez söylüyorum, Tavuk"

Badem

Kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı... Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti. Arkadaşları, onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama bir kaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. "Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti...

Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu. Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti.


Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyatettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı...


Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu. Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak;


- Sanki yeniden dünyaya geldim!. dedi. Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış. Estetik ameliyatı siz mi yaptınız?


Yaşlı doktor;

- Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!. diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, O' nun gözünden gördün kendini!..

İyi ve Kötü

Yaşlı Kızılderili reisi, kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar.

Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine.


Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı... "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat." "Neyin simgesi?" diye sordu çocuk.


"İyilik ile kötülüğün simgesi". Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.


Çocuk, sözün burasında; "mücadele varsa, kazananı da olmalı" diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:"Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"


Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa...


"Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!"

Avukat

ABD şok bir haberle sarsıldı.. Ünlü bir futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu.. Futbolcu yakalanmıştı... Ama karısının cesedi ortada yoktu.. Duruşma Amerikan filmlerindeki gibiydi..

Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu.. Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu: ''Sayın jüri, müvekkilimin suçsuz olduğuna yürekten inanıyorum.. Buna az sonra sizler de inanacaksınız..

Neden mi? Bakın, şimdi 1'den 10'a kadar sayacağım ve müvekkilimin öldürdüğü iddia edilen karısı bu kapıdan içeri girecek..

1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10..." Bütün jüri kapıya döndü... Kimse girmedi içeri.. Avukat bir savunma dehasıydı; öldürücü hamlesini yaptı...


"Bakın, siz de kadının öldüğüne inanmıyorsunuz.. Çünkü hepiniz içeri girecek diye kapıya baktınız.. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum.."


Jüri, ünlü futbolcuyu suçlu buldugunu bildirdi ve dava bu şekilde sonuçlandı.. Mahkeme çıkışında avukat, bayan jüri başkanına yaklaştı: "10'a kadar saydığımda siz de diğer üyeler gibi kapıya bakmıştınız.. Neden böyle bir karara imza attınız?"


"Doğru" dedi jüri başkanı; "Ben de kapıya baktım, ama müvekkiliniz kapıya bakmıyordu!.."

* Bir Hukuk Fakültesi Öğrencisiyim... Avukat Olmayı Hedefleyen Biriyim... Almam Gereken Çok Ders Var...


Asla Vazgeçme

Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti. Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu.

Hoca ilk dersinde çocuğa karşısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı. Çocuk bir gün hocasına "hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek?" dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi.


Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu. Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu. Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, "hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim" Hocası ise "sen sadece hareketi yap" cevabını verdi. Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu. S


Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu "hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum" Hocası çocuğa baktı ve;


"Senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir...


Ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak".

En İyi Haber

Arjantin'li ünlü golfçü Robert de Vincenzo yine bir turnuvayı kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip oradan ayrılmak üzere hazırlanmıştı. Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaştı.

Kadın başarısını kutladıktan sonra ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Zavallı kadının hastane masraflarını ödemesi olanaksızdı. Kadının anlattığı öykü De Vincenzo'yu çok etkilemişti. Hemen cebinden bir kalem çıkarttı ve turnuvadan kazandığı paranın bir miktarını yazdı çek defterine. Çeki kadının eline sıkıştırırken de ona; "Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" dedi.


Ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, Profesyonel Golf Derneği'nin bir görevlisi yanına gelerek;"Otoparktaki görevli çocuklar geçen hafta turnuvayı kazandıktan sonrayanınıza bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunuzu söylediler bana" dedi. De Vincenzo evet anlamında başını salladı."Evet" dedi. Görevli, "Size bir haberim var. O kadın bir sahtekardır. Üstelik hasta bir çocuğu da yok. Sizi fena halde kandırmış arkadaşım."


De Vincenzo; "Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu?"

"Hayır, yok"



"İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber" dedi, De Vincenzo.

Biliyordu ;'(

Karımı 1998 in sonbaharında kaybettim… Yedi senelik evliliğimizin iki senesini kanser tedavisi için hastanelerde geçirmiştik.Karim, her evlilik yıldönümümüzde ikimizin fotoğrafını çerçeveler, “Bunlar bizim hayatımızın gölgeleri” derdi.. Öldüğünde, yedi tane resmimiz vardı.

97′nin bir gecesinde nefsime yenik düşerek eşimi aldattım. Kendimi hiç affetmeyeceğim bir hata idi yaptığım. Hayatımın hiç unutmayacağım bir pişmanlık anıydı yaşadığım. Oysa ona sürekli onu ne kadar çok sevdiğimi ve sonsuza kadar sadık kalacağımı söylerdim. Ölmeden iki hafta önce yine aynı şeyi tekrarladım. Tuhaf bir gülümsemeyle baktı bana ve sadece: “Biliyorum” dedi.


İzmir’e kar yağdığı gün, yani bir ay önce, evdeydim. Fotoğraflarımıza bakıyordum yine… Her çerçevenin altında bir harf olduğunu ilk kez o gün fark ettim. - A. - R. - K. - A. - S. - I. - N. Gerisi için yılları yetmemişti. Ama sanırım “Arkasına bak” yazmaya filan niyetlenmişti. Hemen çerçevelerin arkasına baktım. Hiçbir şey yoktu. Sonra bir şey dürttü beni, hepsini teker teker söktüm. İnanabiliyor musunuz, her birinin arkasından bir mektup çıktı! Geçirdiğimiz her sene için sevgi dolu sözler yazmıştı.


1997′deki resmimizin içinden çıkan zarf ise simsiyahtı... Ve içinden su sözler çıktı:


“14 Mart 1997/Gözlerin bana başka birine dokunmuş gibi baktı/ Söylemene gerek yok, biliyorum…”

6.4.09

Saatte Ne Kadar Kazanıyoruz?

Adam yorgun argın eve döndüğünde beş yaşındaki oğlunu kapının önünde kendisini beklerken buldu. Çocuk babasına, saatte ne kadar para kazandığını sordu. Zaten yorgun gelen adam, oğluna; "Bu senin işin değil" diyerek karşılık verdi. Çocuk dayattı: "Babacığım lütfen bilmek istiyorum" dedi. Adam; "Bu kadar çok bilmek istiyorsan söyleyeyim" dedi, "saatte 20 dolar kazanıyorum."



Bunun üzerine çocuk babasından bir istekte bulundu; "Peki Babacığım, bana 10 dolar borç verir misin?" dedi.



Adam, daha çok sinirlendi: "Benim senin saçma oyuncaklarına ya da benzeri şeylerine ayıracak param yok" dedi. "Hadi derhal odana git ve kapını kapat." Çocuk sessizce odasına çıkıp, kapısını kapattıktan sonra, adam sinirli sinirli düşünmeye başladı: "Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder?" dedi kendi kedine.


Aradan bir saat geçmiş, adam biraz daha sakinleşmişti. Çocuğuna, parayı neden istediğini bile sormadığı geldi aklına. Yukarıya, çocuğun odasına çıktı ve yatağında uzanan Çocuğuna, uyuyup uyumadığı sordu. "Hayır uyumuyorum" diye yanıtladı çocuk. Adam, çocuğundan özür diledi: "Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim, yorgundum" dedi. Ve elindeki parayı uzattı: "Al bakalım istediğin 10 doları." Çocuk sevinçle haykırdı: "Teşekkürler Babacığım" dedi ve yastığının altında sakladığı buruşuk paraları çıkardı, elindeki parayla birleştirdi, tümünü tane tane saymaya başladı.




Oğlunun yastık altından para çıkarıp saydığını gören adam, yine sinirlendi: "Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun?" diye bağırdı, "benim senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak zamanım yok."



Çocuk, babasının bağırmasına aldırmadı bile: "Fakat yeterince param yoktu ki... Ancak simdi tamamlayabildim" dedi ve elindeki paraların tümünü babasına uzattı. "İşte sana 20 dolar, Babacığım" dedi, "simdi bir saatini alabilir miyim?"

İkram

Yavuz Sultan Selim Han döneminde, İran Hükümdarı Şah İsmail, kıymetli Mücevher ile dolu bir hediye sandığı gönderiyor Hünkara. Sandık açılır... İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkar. Fakat sandık açılır açılmaz etrafa pek fena koku yayılır. Önce hiç kimse bir anlam veremez, nadide mücevherle dolu sandıktaki bu fena kokuya. Sonra mesele anlaşılır. Sandığın dibine insan dışkısı doldurulmuştur... Yani Şah İsmail aklı sıra Padişaha hakaret ediyor.



Yavuz Sultan Selim Emir verir; "herkes düşünsün,bu edepsizliğe Osmanlı`nın Şanına yakışacak şekilde bir mukabelede bulunmalıyız" ve çözümü yine kendisi bulur.


Aynı şekilde mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatılır. Sandık içine o zamanın en nefis gül kokulu lokumlarından hazırlanılmış bir kutu yerleştirilir. Kutunun altaltında da, bir satırlık yazıdan ibaret, not iliştirilir. Hediye sandığı itina ile süslendikten sonra Şah ismail`e gönderilir.


Sandık Şah`ın huzurunda açılır. Sandık açılır açılmaz, etrafa mis gibi gül kokusu yayılır. Mücevher vs.gibi hediyeler takdim edildikten sonra Osmanlı Elçisi Şah`ın tedirgin olmaması için önce kendisi tatmak kaydıyla büyük bir saygı ve nezaketle Şah İsmail`e lokumdan takdim eder. Bilahare, görevliler,huzurda bulunanlara teker teker ikram etmeye başlarlar,l okumdan. Şah, bütün bu olup bitenlere bir anlam veremez.


Osmanlı Elçisi Şah`ın şaşkınlığını gidermek için lokum kutusunun altına iliştirilmiş mütevazi pusulayı uzatır. Pusulayı okuyan Şah`ın gözünde bu sefer şaşkınlığının yerini büyük bir utanç ifadesi alır;

"İsmail, Herkes Yediğinden İkram Eder"

Sevgiler. Jacelyn...

Annesi.. Bir de kendisi.. O kadardı bütün hayatı.. Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa..Bir yığın vitrinin önünden geçti.. Tam bir CD satan dükkanı da geride bırakmıştı ki, bir an durdu. Geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar.. Hani ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte.. İçeri girdi.. Kız gülümseyerek koştu ona.. "Size nasıl yardım edebilirim?" diye.. Nasıl bir gülümsemeydi o.. Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı.. Kekeledi, geveledi, sonra "Evet" diyebildi.. Rastgele bir plağı işaret ederek.. "Evet.. Şu CD'yi bana sarar mısınız?.."

Kız CD'yi aldı, içeri gitti. Az sonra paket edilmiş geri geldi. Aldı paketi, çıktı dükkandan, evine döndü, açmadan dolabına attı..Ertesi sabah gene gitti aynı dükkana.. Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba, gene açmadan.. Günler hep alınıp sardırılan CD'lerle geçti.. Kıza açılmaya bir türlü cesaret edemiyordu.

Annesine açıldı sonunda.. Annesi "Git konuş oğlum, ne var bunda" dedi.. Ertesi sabah bütün cesaretini topladı. Erkenden dükkana gitti. Bir CD seçti. Kiz gülerek aldı plağı. Arkaya gitti, paketlemeye. Kiz içerdeyken bir kağıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz" diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi, notu kasanın yanına koydu gizlice.. Sonra paketini alıp kaçtı gene dükkandan..

Iki gün sonra evin telefonu çaldı.. Anne açtı telefonu.. CD Dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan.. Delikanlıyı istedi.. Notunu yeni bulmuştu da.. Anne ağlıyordu.."Duymadınız mı" dedi.. "Dün kaybettik oğlumu.."

Cenazeden birkaç gün sonra, anne oğlunun odasına girebildi sonunda... Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı.. Oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü.. Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı.. İçinde bir CD vardı, bir de minik not..


"Merhaba.. Sizi öyle tatlı buldum ki.. Daha yakından tanımak istiyorum.. Bir akşam birlikte çıkalım mı?.. Sevgiler.. Jacelyn!."



Anne bir paketi daha açtı.. Onda da bir CD ve bir not vardı.." Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin artık.. Sevgiler.. Jacelyn!.."



Yaşamı Yaşanmaya Değer Yapan Tek Şey Sevgiyken Bunu Söylemek Neden Ayıp?

Berber Var Ama...

Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal tıraşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar. Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı...

Berber: "Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah'ın varlığına inanmıyorum."


Adam: "Peki neden böyle diyorsun"


Berber: "Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu, terk edilmiş çocuklar olur muydu Allah olsaydı, kimse acı çektirmez, birbirini üzmezdi. Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."


Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki tıraş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.

Adam: "Biliyor musun ne var, bence berber diye bir şey yok"

Berber: "Bu nasıl olabilir ki Ben buradayım ve bir berberim."

Adam: "Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı." Berber: "Hmmm... Berber diye bir şey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki "


Adam: "Kesinlikle doğru! Püf noktası bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!"

Affetmek

Bir lise öğretmeni bir gün öğrencilerine bir teklifte bulunur:

“Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?”



Öğrenciler, çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. “O zaman” der öğretmen. “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza söz verin.” Öğrenciler bunu da yaparlar. Ve öğretmen devam eder:


“Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz okula birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!”


Öğrenciler, bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama, ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:


“Şimdi, bugüne dek affetmeyi istemediğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.” Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:


“Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar.”


Aradan bir hafta geçer. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikâyete başlarlar:

“Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.”



“Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf gözlerle bakıyorlar bana artık.” “Hem sıkıldık, hem yorulduk...”



Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:



“Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.”



Keşke...

9.SINIF


Şuan dersteyiz.yanımda dünya tatlısı bir kız oturuyor.Yüzüne bakmaya kıyamıyorum.onu ne kadar çok sevdiğimi bilmiyor.o benim en yakın arkadaşım. beni sadece arkadaşı olarak görüyor.nedenini bilmiyorum ama kendimden çok utanıyorum...

10.SINIF


Evdeydim arayıp erkek arkadaşıyla tartıştığını ve bana ihtiyacı olduğunu söyledi.sonra bize geldi.bana sıkı sıkı sarılıp ağladı.Şuan dizimde uyuyor.Saçlarını okşayıp ogül yüzünü doya doya seyrettim.ben onu o kadar çok severken o beni sadece arkadaşı olarak görüyor.nedenini bilmiyorum ama kendimden çok utanıyorum...

11.SINIF - Mezuniyet Balosu


Onunla çocukluktan beri arkadaşız. 8. sınıftayken birbirimize söz vermiştik lise sonda mezuniyet balosuna gidecek eşimiz olmazsa beraber gidecektik. Beni aradı ve erkek arkadaşının hastalanıp gelemeyeceğini söyledi ve beraber gidebilir miyiz diye sordu. Kabul etttim onu evinden aldım. Balodaki en güzel kız oydu. Bembeyaz elbisesiyle tıpkı bir melek gibiydi. Gece boyu dans ettik. Kollarımdayken hep aynı şeyi düşündüm onu çok seviyordum. Gece sonunda onu evine bıraktım. Beni yanağımdan öpüp en iyi arkadaşı olduğumu söyledi. Onu gerçekten çok seviyorum ama o beni arkadaşı olarak görüyor. Ona onu sevdiğimi nasıl söylerim. Nedenini bilmiyorum ama kendimden çok utanıyorum...

Aradan yıllar geçti.. Şimdi o canımdan çok sevdiğim meleğimi toprağa veriyorum. Özel eşyalarının arasından kara kaplı bir defter çıkmış bana verdiler. Okuyup okumamakta kararsızdım... Açtım... Bu bir günlüktü ve bir sayfasında şöyle yazıyordu;

''Şuan dersteyiz ve yanımda dünya yakışıklısı bir çocuk oturuyor. Yüzüne bakmaya doyamıyorum. Onu ne kadar çok sevdiğimi bilmiyor. Beni arkadaşı olarak görüyor. Erkek arkadaşım olduğu yalanını söyleyerek ve sürekli onunla ilgili yalanlar uydurarak yanında olabiliyorum. Onu canımdan çok seviyorum. Bana bir kerecik "Seni Seviyorum" deseydi dünyalar benim olurdu...

'Ben bu satırları okurken meleğimi çoktan gömdüler. Hıçkırıklarımı tutamıyorum gözümü mezarından alamıyorum.

"Merak etme biriciğim ben de ben de seni çok seviyorum...."

Meleğim

Doğmak üzere olan özel bir çocuk varmış. Ve dünyaya gideceği gün Allah'a sormuş:

"Bu kadar küçük ve korunmasızken dünyada nasıl yaşayacağım?"

Allah : "Meleklerimin arasından senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve seni hep koruyacak."


"Ama lütfen söyle bana, burada Cennet' te hiçbirşey yapmadan şarkı söylüyor ve gülümsüyorum, ben böyle çok mutluyum."


"Senin meleğin de sana şarkılar söyleyecek ve sana hergün gülecek. Sen de o meleğin sevgisini hissedeceksin ve mutlu olacaksın."


"Peki insanlar benimle konuştuklarında ben onları nasıl anlayacağım, ben onların dilini bilmiyorum ki."


"Meleğin sana dünyadaki sözlerin en güzelini ve en tatlısını söyleyecek, ve görebileceğin en büyük sabır ve ilgi ile sana konuşmayı öğretecek."


"O zaman seninle konuşmak istediğim zaman ne yapacağım?"


"Meleğin senin ellerini birleştirecek ve sana dua etmeyi öğretecek."


"Duydum ki dünyada kötü insanlar varmış. Beni kim koruyacak?"


"Merak etme, meleğin seni hayatı pahasına dahi olsa savunacak."


"Ama ben seni göremeyeceğim için çok mutsuz olacağım."


"Meleğin sürekli sana benden bahsedecek ve sana bana nasıl tekrar ulaşabileceğini anlatacak, ama beni göremesen de ben hep senin yanında olacağım."


Tam o esnada Cennet'te ki huzur ortamına dünyanın homurtuları karışmaya başladı. Dünyaya gitmek üzere olduğunu anlayan çocuk aceleyle son sorusunu sordu:


"Peki Allah'ım şimdi gitmek üzereyim, lütfen bana o meleğin ismini söyler misin?"


"Meleğin ismi önemli değil, sen ona 'Anne' diyeceksin."

Beş Dakika

Bir gün işten evden dönerken mahalledeki çocukların evimin yanındaki parkta futbol oynadıklarını gördüm ve maçı izlemeye başladım. Kalenin arkasındaki sıralardan birine oturdum ve yanımdaki çocuğa skoru sordum.

'4-0 mağlubuz''diye yanıtladı beni gülümseyerek...

'Gerçekten mi? dedim.. "Pek moralin bozulmuş gibi görünmüyorsun ama?"


''Niye bozulsun ki moralim?'' dedi şaşırmış bir ifadeyle;


'Maç başlayalı daha beş dakika oldu''


Jack Canfield Eseridir.

Küçük Kız

Bülent, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu. 'Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor, belki benden daha zengindir' diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, birde sinirlenmişti. Alaycı bir ses tonuyla:Ekmek parası mı istiyorsun ? diye sordu.

-Hayır çikolata parası lazım! Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. `Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor` diye düşündü.


- Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?


- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız. Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.


-Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?


-Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim. - Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?


- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.


-Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla. -O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.


Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı. Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. 'Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu' diye düşündü.


- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi? Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.


- Ben dilenci değilim. Işim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım. Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.


- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.


- Yokmu eşin dostun, borç alacak akraban? -Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.


- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?


- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim. -Hımmmm. Aşk hemde otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.


- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.


- Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.


- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.


- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz.Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun.Para mı acaba bizi mutsuz eden?


- Hiçbir şeyim yok mu? Hayır benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.


- Öyle deme, şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor.Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?


- Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, hergün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.


- Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu ?


- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor. -Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?


- Küçük kızı severek.


- Küçük kız mı ? Hangi küçük kız ?


- Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.


- Nasıl yani ?


- Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. Iltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?


- Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır 'babacığım beni ne kadar seviyorsun?' diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda 'Baba güzel olmuş muyum?' diye sorar durur. Güzelsin demem de yetmez ona. ' Harikasın prenses gibi olmuşsun'demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim.


- Işte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona 'bebeğim' diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. 'Bebeğim bana bir çay yapar mısın?' dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.


- Hiç kavga etmezmisiniz siz?


- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.


- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.


- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi yada en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.


- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.


- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.


- Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.


- Yine para, yine dış sebepler. Evet para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.


Adam ayağa kalktı.


- Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.


Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.


- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum. Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.


- Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi.


Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu. Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı. Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküpyıkadı., sonra eşinin önüne koydu.


- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri.


Inci hiç konuşmadı.


-Sorsana 'niye' diye..


Inci kızgın kızgın: -Niye?


- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek, dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. Inci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.


- Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.


- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. 'bak senin sevdiğin meyveleri aldım'. Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.


- Özür dilerim seni kırdığım için.


Sonra Bülent yere diz çöktü.


- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme.


Bülent yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu. Inci kıkır kıkır gülmeye başladı.


- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin, dedi. Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü.Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü...


.*. Gerçeğe Uyarlamak Hiç De Zor Değil...


Mor Menekşeler

Kendini bildi bileli mor menekşeyi çok severdi. Çocukluğunun geçtiği ikikatlı evin bahçesinde bahar geldiğinde mor mor açar, mis gibi kokarlardı.. Annesi mor menekşeleri hep duvar kenarına dikerdi.. Gölgeyi sever menekşelerderdi.. Oysa öğretmeni bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını anlatmıştı onlara. Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı. Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi, her bitki güneşi severken, onlar neden gölgeyi tercih ediyorlar diye düşündü durdu Hande... Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden farklı olduğunu keşfetmişti, işte belki de menekşeler bu yüzden bu kadar güzeldi. Herkesten farklı olursan, bu hayatta değerli olursun yargısına varmıştı. Daha o yıllarda farklı olmak için uğraş vermeye başladı.

İlk olarak, okulda kimsenin yanına oturmak istemediği "Hacer'in yanına oturmak istiyorum ögretmenim" diyerek başladı farklılıklarla süren hayatı. Hacer bile şaşırmış şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer çok dağınık, biraz anlama zorlukları olan problemli bir ailenin kızı idi. Hande ise mühendis Kamil Beyin biricik kızı. Ögretmen pek oturtmak istemedi önce Hacer'in yanına Hande' yi. Daha sonra bir tatsızlık çıkmasın diye öğretmen Hande'nin annesini çağırdı.


Annesi eve geldiklerinde Hande'ye sordu :

- Neden yavrum Hacer in yanına oturmak istiyorsun?


Hande cevap verdi :

- Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin, oysa her bitki güneşi sever. Menekseler farklı, belki de bu yüzden bu kadar güzeller. Hacer'in yanına kimse oturmak istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum. Belki Hacer de güzeldir, onu fark etmek istiyorum


Annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul 4.sınıf öğrencisi kızının olgunluğuna hayran kalarak

- "Peki kızım kimin yanında istersen oturabilirsin"


Pazartesi Hande Hacer'in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi, hem Hacer. Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı. Diğer kızlarda soğumuştu Hande'den. Nasıl Hacer gibi dağınık, bir şeyi iki kere anlatınca anlayan fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti. En çok alınan doktor Cemal Beyin kızı Esin'di. Anne babaları her hafta sonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı. Nasıl olur da kendi yerine Hacer'i seçerdi. Çok gururu kırılmıştı Esin'in. Hande ile konuşmuyordu.


Birgün Hande ve ailesi Esinlerle dağ köylerinden birinde gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler. Hande gene Esin'in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu. İçin için de Hacer'e kızmaya başlamıştı arkadaşları ile arasının bozulmasına sebep olmuştu. Neden sanki bu kadar dağınıktı, neden her şeyi iki kerede anlıyordu? Yoksa aptal mıydı? Sonra menekşeleri hatırladı hemen düşüncelerinden utandı. Hacer farklı diye yargılamaması gerekiyordu. Hacer'in, kimsenin bilmediği güzelliklerini keşfedecekti. Buna tüm gücü ile inandı.


Panayıra gittiklerinde Esin somurtarak karşısında oturuyordu, Hande ile konuşmuyordu. Hande canı sıkıldığından biraz dolaşmak için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş ve ayaz iyice artmıştı, kar atıştırmaya başlamıştı. Hande karı çok seviyordu, yürüdü, yürüdü. Köye gelmişti. Bir evin önünde durdu. Evin penceresinde ki saksıya gözü ilişti. Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi. Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi eve dogru bir adım attı. Kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti bu Hacerdi. Hande'ye gülümsüyordu.


- Hoşgeldin Hande buyurmaz mısın?


Biraz ürkek, şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi Hande ve içeri girdi. Oda sıcacıktı odun sobası her yeri ısıtmıştı. Menekşeler diyebildi sadece Hande...


- Bu soğukta ?


Hacer gülümsedi ;

- Onlar annem için, annem onları çok sever. Sonra yatakta yatan kadını fark etti Hande.


"Annen hasta mı?"

"Evet 2 sene önce felç oldu ona ben bakıyorum, bizim kimsemiz yok, birtek ineğimiz var onunla geçiniyoruz. Ama tüm işler bana baktığı için derslere çalışacak pek vaktim olmuyor... (Utanarak... Devam Etti...) Bir de bizim köyden şehre araç yok, bu yolu her gün yürüyorum o yüzden de çok yorgun okula geliyorum dersleri anlamakta güçlük çekiyorum."


Hande'nin gözleri dolmuştu. Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş olmalıydı. Dışarıya koştu ve annesine sarıldı, ağlıyordu. Bir müddet sonra anne bu Hacer diye tanıştırdı sıra arkadaşını. Hacer'in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte. Hande annesine anlattı Hacer'in hayatını, ağlayarak. "Bir şeyler yapalım anne" dedi. O hafta annesi ve Hande, Hacerlere gidip annesi ve Hacer'i kendi evlerine taşıdılar.


Hacer artık Handeler den okula gidip geliyordu, ne dağınıktı, ne de aptal. Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu. Seneler geçti Hacer ve Hande bir arkadaş değil, iki kız kardeşlerdi artık. Mor menekşeler Hande'ye Hacer'i armağan etmişti. Hacer'e ise hem Hande'yi, hem hayatı. Seneler sonra ikisi de evlendi. Hacer şimdi bir doktor. Hande'den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi, hastalarına vicdanıyla birlikte şifa dağıtıyor. Hande ise bir öğretmen. Çocuklara farklı olan şeyleri sevmeyi de ögretiyor. Bir kızı var adı, Hacer Menekşe. Hayatta en çok sevdiği iki şeye birini daha ekledi Hande.


Herşey Sevinceye Kadar Farklıdır... Sevdikten Sonra İse Sevginin Dili Hep Aynıdır...

Ceninin Günlüğü

Aşağıdaki satırlar, kürtaj konusu tartışılırken kaleme alınmış ve anne karnındaki ceninin hayali hatıralarını dile getirmektedir.

5.Ekim: Bu gün var olmaya başladım. Durumu henüz annemle babam bilmiyor. Bir elma çekirdeğinden daha küçüğüm. Ama ne de olsa ben, benim. Belirli bir şekle girmediğim halde, benliğimi hissediyorum. Kız olacağım ve çiçekleri seveceğim.

19.Ekim: Biraz büyüdümse de her hangi hareket yapacak kudrette değilim. Annem beni kendi kanı ile besliyor. Kalbinin alt yönünde beni barındırıyor. Hoşuma giden şu ki, annem henüz hiç bir şeyden haberdar değil.

23.Ekim: Ağzım teşekkül etmeye başladı. Düşünün, bir yıl sonra rahatça gülebileceğim! Daha sonra konuşabileceğim. Söyleyeceğim ilk kelimenin 'anne' olacağından eminim. Kim iddia ediyor henüz bir varlık olmadığımı! Bir parça ekmek kırıntısı da, ekmek değil mi?

27.Ekim: Bu gün ilk olarak kalbim atmaya başladı. Bundan böyle hayatımın sonuna kadar da atacak. Ben kalbimi sevgilerle dolduracağım. 2.Kasım: Her gün biraz daha büyüyorum. Kollarım ve bacaklarım biçimlenmeye başladı. Fakat bu bacaklarımla anneme koşmak ve kollarımı açıp babama sarılmak için henüz erken.

12.Kasım: Parmaklarım çıkmaya başladı. O kadar küçücük ki, beni bile şaşırtıyor. Yine de hoşuma gidiyor. İleride onlar bir bebeği okşayacak, top oynayacak, çiçek toplayacak.

20.Kasım: Bu gün annem doktora gitti. Varlığımdan haberdar oldu. Sevinmiyor musun anneciğim? Kısa bir süre sonra kollarının arasında olacağım.

25.Kasım: Annemle babam kız olduğumdan habersizler. Belki de bir erkek veya ikiz bekliyorlar. Onlara sürpriz yapacağım. Annem gibi siyah gözlü olmayı çok istiyorum. 10.Aralık: Yüzüm tam olarak biçimlendi. Keşke anneciğime benzesem.

13.Aralık: Artık çevreme bakabiliyorum. Fakat bulunduğum yer çok karanlık. Yinede mutluyum. Kısa bir süre sonra gözlerim dünya ışığı görecek. Diğer çocukların oynamasını seyredeceğim. Denizleri, dağları, gökkuşağını henüz görmedim. Bunlar nasıl şeyler? Sen nasıl bir varlıksın anneciğim! Bir görebilsem.

24.Aralık: Anneciğim, kalbinin sesini duyuyorum. Benim kalbimin atışlarını da sen hissedebiliyor musun? Sağlıklı bir kız olacağım. Bazı bebeklerin dünyaya gelmeleri güç oluyormuş. Fakat iyi ve tecrübeli doktorlar yardım ediyorlar. Bazı kalpsiz annelerin, bebeklerini istemediklerini de biliyorum. Ama dünyaya gelmek, kollarında uyumak, yüzüne bakmak istiyorum anne. Sende beni aynı sevgiyle bekliyorsun değil mi? Beni koklayacak mısın? Çok sevecek misin?

Not : Kesinlikle Birilerini Eleştirmek Amaçlı Değildir.. Seçimler Kişilerindir, Eleştirmek Bize Düşmez.. Sadece Hoş Bir Hikaye Olduğu İçin Yayınlamaktayım.

28.Aralık: Ah anneciğim! Niçin hayatıma son vermelerini istedin? Halbuki bir arada öyle mutlu günlerimiz olacaktı ki, Anneciğim...Anneciğim....

Not : Kesinlikle Kimseyi Eleştirmek Amaçlı Bir Yayın Değildir... Sadece Hoş Bir Metin Olduğu İçin Yayınladık.

5.4.09

Uçurumdaki Çiçek

Kocam bir mühendisti. Onunla sâkin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim. Bu sâkin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasıl da ısıtırdı… Gel gör ki iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sâkinlik beni yormaya başlamıştı. Eşimin -bir zamanlar çok sevdiğim- bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu.

İş ilişkiye gelince oldukça içli, hattâ aşırı hassas bir kadınım. Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi can atıyorum. Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdum duymazlığı,evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı.


Sonunda kararımı ona da açıkladım: boşanmak istiyordum. Şaşkınlıktan gözleri açılarak 'niye?' diye sordu. 'Gerçekten belli bir sebebi yok' dedim, 'sadece yoruldum.' Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu. Bu hâli ise hayal kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu: işte,sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne bekleyebilirdim ki!


Sonunda sordu: 'seni caydırmak için ne yapabilirim?' Demek ki insanların söyledikleri doğruydu: insanların mizacı asla değiştirilemiyordu. Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu.'İşte mesele tam da bu' dedim. 'Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim.'


'Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına,hattâ ölümüne mâl'olacak. Bunu benim için yapar mısın? Yüzümü dikkatle inceledi ve 'Sana bunun cevabını yarın vereceğim' dedi. Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu. Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı:


'Sevgilim' diye başlıyordu, 'O çiçeği senin için koparmazdım' Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim.'


'Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var.'


'Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var.'


'Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var.'


'ın her ayki ziyaretinde sebep olduğu, karnındaki krampları rahatlatabilmem için avuçlarıma ihtiyacım var.'


'Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem için ağzıma ihtiyacım var.'


'Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarında -görülmesini istemediğin- beyaz telleri ayıklayabilme merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin -gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var.'


'Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip, o çiçeği senin için koparırım bir tanem.'


Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu. Göz yaşlarım mektuba düşüyordu.


'Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lüften kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum. 'Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi.


Artık çok iyi biliyordum: beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim.Bu gerçek aşktı.İlk yıllardaki heyecanlar içinde görmeye alıştığımız aşkın, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiğinde, huzur ve durgunluk içinde de hep var olmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz.


Oysa aşk hep vardır. Belki artık heyecansız, belki artık romantik değil... Belki sıkıcı, tekdüze, hatta belki yüzsüz... Ama hep oralarda bir yerdedir. Çiçekler ve romantik dakikalar ilişkinin başlaması için elbette gereklidir. Bir zaman sonra bunlar gitse de gerçek aşkın sütunu ebedi kalır...
http://grihayatveben.blogspot.com/ Adresinden Alıntıdır.

Ressam

Hindistan’da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş. Ve ona “Renklerin Ustası” anlamına gelen Ranga Guru derlermiş.Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış. Son resmini yaparak Ranga Guru’ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş.

Ranga Guru ise, “Sen artık ressam sayılırsın Raciçi. Artık senin resmini halk değerlendirecek” diyerek, resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yere koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.


Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor. Çok üzülmüş. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki! Resmi alıp Ranga Guru’ya götürmüş ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi resmi yeniden yapmış ve yine ustasına götürmüş.Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte. Ve yanına, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazıyı da bırakmasını istemiş.


Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra meydana gittiğinde resmine hiç dokunulmadığını görmüş. Fırçalar da boyalar da hiç kullanılmamış. Çok sevinmiş. Koşarak Ranga Guru’ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış.


Ranga Guru ise, “Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda, onlardan hatalarını düzeltmelerini, yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi…“Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur.


Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma..

Anneler Günü

Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu.

Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu.


Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, annler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.


Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu;” Bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica minnet dışarı çıkarmıştı.

“Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü.


“Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti. Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de..”


İçinde sıkıntı armaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”


Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”.


Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu. Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?Açtı telefonu;

-Alo..

-Alo, nasılsın anneciğim?

-Sağol yavrum, sen nasılsın?

-İyiyim anneciğim.

-Ne yapıyorsun, işler nasıl?

-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.

-Öyle mi yavrucuğum.


Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;


-İzin aldın mı yavrum?

-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.

-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?

-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.

-Sen sen.. bunun için izin almadın mı?

-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.


Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.

-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?

-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.

-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.

-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?

-Dışardaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi.

-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzüelinin kapısındayım.

-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.
Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu. Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi.
Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu...

Annemin Saç Teli

"Bebeğimi görebilir miyim?" dedi yeni anne. Kucagina yumusak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeginin minik yüzünü görmek için kundagini açti ve saskinliktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebegini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu... Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşünü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına atti. Hıçkırıyordu... Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; Aglayarak ;"Büyük bir çocuk bana ucube dedi..." Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü.

Arkadaşları tarafindan seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı...

Annesi, her zaman ona; "Genç insanların arasına karışmalısın" diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.
Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu ile ilgili görüştü; "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu. Doktor, "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı.
İki yıl sonra bir gün babası, "Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır" dedi. Operasyon çok başarılı geçti. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu.
Yıllar geçmişti, bir gün babasına gidip sordu: "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım... Bir şey yapabileceğimi de sanmıyorum" dedi Babasi, "fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz degil..."

Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi... Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annesinin başına elini uzattı; Kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu.
"Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı babası "..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?"

Yapmadım Çünkü...

Zamanın birinde çok samimi iki dost vardı..Ama öyle bir dostluk ki birbirlerini canlarından çok severlerdi. Bunlardan bir tanesi çok akıllı ve kurnaz diğeri ise çok saf ve temiz kalpli idi. Bu dostlardan saf olanın adı Ahmet diğerini adı ise Mehmet idi.

Günün birinde Ahmet bir kıza sevdalandı. Ama arkadaşı Mehmet kendisinin de o kıza aşık olduğunu ve o kızla evlenmek istediğini söyledi. Ahmet uzun uzun düşündükten sonra arkadaşını kıramayacağına karar verdi ve sevdiği kızdan vazgeçip o kızla Mehm et in evlenmesine müsaade etti. Müsaade etmişti ama arkadaşı Mehmet onu düğüne çağırmamasına çok içerlemişti. Bir süre oralardan uzaklaşma kararı almıştı.

Döndüğünde arkadaşı Mehmet'i bir daha bulamadı. Aradan 10 yıl geçmişti. Ahmet bu süre içerisinde sürekli arkadaşını aramıştı ama hiçbir iz bulamamıştı. Ve bir gün arkadaşı Mehmet'in bir bürokrat olduğunu öğrendi. Mehmet'i görmek maksadı ile Mehmet'in yanına gitti ama yaklaşmak ne mümkün Mehmet in çevresinde bir sürü insan dolu. Ama inat etti ve yüksekçe bir yere çıkıp Mehmet'e seslendi. Ama arkadaşı Mehmet onu gördüğü halde tanımamıştı. Bu işe bir anlam verememişti. Başka bir gün Mehmet'in evine gitmiş iş istemişti ama kapıyı açan hizmetçi eline biraz para tutuşturup göndermişti onu.


Üzgün bir şekilde yolda yürürken arkasında bir ses duydu. Dönüp baktı yaşlı bir amca. Yaşlı amca ona fırıncılık yaptığını ama artık yaşlandığı için işleri yetiştiremediğini söyledi ve ona yardım edip etmeyeceğini sordu. Ahmet ise hem iş hem aş hem de kalacak bir yer bulduğu için çok sevinmişti. Ne kadar para kazanacağını sormadan kabul etmişti işi. Yaşlı amca ona maaş olarak o zamanlarda kolay kolay kimsenin kazanamayacağı kadar bir maaş bağlamıştı. Ahmet artık hem çalışıyor hem de para kazanıyordu.


Bir gün yaşlı adam hastalanmış ve ölmüştü. Kimsesi olmadığı için bütün mirasını Ahmet'e bırakmıştı. Ahmet artık zengin bir tüccardı. Bir gün Ahmet'in kapısını yaşlı bir kadın çaldı çok aç olduğunu söyledi. Ahmet kadını içeri aldı karnını doyurdu ve temiz elbiseler aldı kadına. Kadının kimsesi olmadığı için onu evin temizlik işlerini yapması için işe aldı. Bir zaman sonra kadın Ahmet e çok iyi huyu güzel bir kız buldu ve onunla evlendirdi.


Düğün günü gelmişti. Ahmet şehrin önde gelen tüccarlarından, eski dostu Mehmet ise bir bürokrattı ve konuklar arsında Mehmet de vardı. Ahmet dayanamayarak mikrofonu eline aldı ve konuklara seslendi. Sevgili konuklar.. -Ahmet i göstererek- bu zat benim eski dostumdur. Ben ona dostluğumu verdim. Yeri geldi borç verdim en önemlisi sevdiğim ve evlenmek üzere olduğum kadını verdim. O ise zengin olduktan sonra beni tanımadı. Evine gittim iş istedim vermedi. Ben bu kişinin düğünümde bulunmasını istemiyorum o buradan gitsin dedi.


Mehmet mikrofonu eline alarak şöyle cevap verdi; Evet söyledikleri doğrudur ama birkaç küçük farkla...


Ben onun evleneceği kadını istedim oda verdi ama o kadın bir fahişeydi ve Ahmet'i ancak böyle kurtarabilirdim. Ahmet bana seslendiğinde bildiğiniz gibi ben bir bürokratım ve benim yanımda uzun bir süredir anlaşmaya çalıştığımız ülkenin dış işleri bakanı vardı ülkemin çıkarları gereği tanımazlıktan geldim. Evime gelip iş istedi ama dostum olduğu için emrim altında çalıştıramazdım işe almadım. Ve ayrıca onu işe alan fırıncı benim babamdır onu yüksek maaşla işe almasını ben söyledim ve bütün mirasını ona bırakmasını istedim. Evinde çalışan hizmetçi kadın benim annemdir ona göz kulak olması için ben gönderdim. Ve son olarak evlenmek üzere olduğu gelin ise beni kız kardeşimdir ona çok iyi bir insan olduğunu ve onunla evlenirse mutlu olacağını ben söyledim.


Ve biz hala dostuz ve dost kalacağız...

4.4.09

Arkadaş

Eski Türklerde Askerler
savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için
sırtlarını bir ağaca, kaya veya taşa vererek ok atarlarmış. Atalarımız
genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir
taş veya kaya olurmuş. Yıllar sonra sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ'tan

ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün bile güvenebileceğimiz, bizi
arkadan vurmayacak olan, samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz
isimdir.


Aşk ve arkadaşlık bir gün yolda karşılaşırlar.
Aşk, kendinden emin
bir şekilde sorar;

-Ben senden daha samimi ve daha cana yakınım sen niye varsın ki bu dünyada?

Arkadaşlık cevap verir:

- Sen gittikten sonra bıraktığın gözyaşlarını silmek için...

Hiç bir zaman arkadaşsız kalmamanız dileğiyle...